13 Mayıs 2014

Uzun zamandır yazmıyorum. Sadece buraya değil, hiçbir yere yazmıyorum. Düşünmekten kaçtığım şu günlerde bir de onları yazıya dökmek benim için gerçekten zor olurdu. Yüzleşmek istemediğim birtakım şeyler var. Hepimizin var. Hayatımda bir şeyler değişiyor, bu değişimlerin iç dünyama zarar vermesini önlemeye çalışsam da, önlediğimi sansam da, bu mümkün olmuyor. Hayata bakış açımdaki umursamaz tavır, beni ele geçiriyor. Hiçbir şeyi umursayamıyorum. Umursarsam mahvolacağımı düşünüyorum sanırım. Otokontrolümü yitiriyorum. Benim deliliğim, asla renkli değildi. Şimdi ise renksizlikten öte, yalnızca siyah olmaya yaklaşıyor. Kendimden korkmuyorum, fakat hislerimin, yaptıklarımın, düşüncelerimin binde birini açtığım insanların gözlerindeki korku canımı sıkıyor. O kadar karanlık biri değilim aslında. Gizemli bir yanımın olduğunu düşünmüyorum. Fakat günler geçtikçe ketumlaştığımı hissediyorum, özellikle de kendime karşı. Etrafımda beni hiç tanımayan, ve hiç tanımadığını bilen, hiç tanımayan ama iyi analiz ettiğini sanan, hiç tanımayan ama çok iyi tanıdığını sanan bir sürü insan var. Bir insanı tanımak, sanıldığı kadar kolay değildir. Evet, bunu herkes bilir. Ve ben zaten kolay tanınacak kadar ucuz değilim. İnsanlar karşılarındakini küçümsemeye adamışlar kendilerini. En ufak bir hareketinizden, size dair ucuzluklar çıkarma peşindeler. Halbuki o kapasitedeki insanların hayatımda barınmaları bile onların müteşekkir olmalarını sağlayacak bir sebepken. Narsizmim dibe vurmuş durumda şu sıralar. Birdenbire hayatımdaki leşlikleri görmeye başladım yalnızca. Fakat o leş yaşam biçimine bile estetik bakmam, aslında narsizmimin dibe falan vurmadığının göstergesi. Ben insanlara farklı bakıyorum, onlar bunu anlamıyor. Etrafımda zeki olduğunu bilimle ve kültürle olan alakasını en ufak bir fırsatta göstererek ortaya koymaya çalışan insanlar var. Zekanın insandaki bilgi kapasitesiyle olan ilişkisi beni hiç ilgilendirmiyor. Ben insanların zekalarını hal ve tavırlarından, hassas anlardaki otokontrollerinden, hayata bakışlarından, ve her insanda değişen farklı özelliklerinden anlıyorum. Ve açıkçası, zeka gösterme çabası, beni insanlardan itiyor. Sapyoseksüelliğimin ne derece yanlış anlaşıldığını fark ediyorum. Ben insanlara daha estetik bakıyorum, eğer birinden hoşlandıysam, hoşlanma sebebim kimsenin öngörebileceği bir sebep olmuyor. O kişideki farklı bir estetik değer, farklı bir sanatsal açı hoşuma gidiyor. Eğer o kişide bana ilham verebilecek bir şeyler, bir kırıntı bulabilirsem onu hayatıma dahil ediyorum. Fakat kimseden bunu anlamasını beklemiyorum. En azından fazla basit, fazla indirgenmiş bakılmasa, o da yeterli olurdu. Bütün bunların dışında, insanların aslında kafamda zerre kadar yer etmiyor olması, sadece, şu an olduğu gibi bazı nadir anlarda aklıma gelmeleri beni memnun ediyor. Aylaklığımı yalnız yaşamayı seviyorum. Birçoğunuz gibi. Ama ben, gerçekten, hayatımın çok büyük bir kısmını yalnız geçirmek istiyorum. Hayatımdan asla çıkmayacağına emin olduğum, sevdiğim insanlar zaten var. Fakat ben onların olabildiğince pasif bir biçimde hayatımda yer almalarını tercih ederim. Yine de zaman zaman gelen vicdan azaplarıma engel olamıyorum. Bu konuları konuşmak istediğim, konuşursam anlayacağını, dinleyeceğini ve beni tatmin edecek yorumlar yapacağını düşündüğüm kimse yok çevremde. Fakat o iddiada insanlar var elbette. O iddiadaki kişiler ise yalnızca canımı sıkıyor. O yüzden bunları burada paylaşmayı tercih ettim. Bazen rahatlamaya ihtiyaç duyuyor işte insan. Neyse, şimdilik hoşçakalın.

4 Şubat 2014

Beni bu şekilde kendinde tutamazsın. Kaçarım, bilirsin. Duramam ben, giderim. Acıtırım, böylesine alıştım. Böylesini öğrendim. Belki baştan beri böyleydim, belki sonradan öğrendim. Ama böyleyim işte artık, kabul et. Ben kalamıyorum stabilitem eksik. Durmak nedir bilmiyorum bu zamana kadar beni durdurabilen bir şey yaşamadım. Ve bunu bana sen de yaşatmadın. Şu zamana kadar insanlara çektirdiğim acının, binde birini yaşamış olsam, belki çok daha olgun olabilirdim. Ama ben gitmeleri severim. Bazen acıtmayı. Ama inan, seni acıtmak hiç istemedim. 

15 Ocak 2014

Uçurumdaki derin oyuğu doldurduğunu bilmezler işte. Bir kanıt sunman gerekir. Yaşadığın her şey doğada nasılsa öyle olmalıdır. Farklı bir şey yaşayamazsın. Farklı bir şey yaşaman yasaktır. İnlemeni dindirirsin, parmağını ısırarak. Farklı bir şey yaşadığını bilmelerine gerek yoktur. Yaşanabileceğine inançları da yoktur. Ama sorsan ne açık görüşlülerdir, ne kitaplar okumuşlardır, ne eğitimler almışlardır. Onlar öyle açık görüşlülerdir ki, hiçbir şeyi yadırgamazlar. Ama yaşananlara ve yaşanmışlıklara olan o saygısız nefretlerinin asla farkında değillerdir. Kendilerini bilen (!) insanlar olmalarına rağmen. Yine de anlatman için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Fakat ilgilenmiyormuş gibi görünmeye çabalarlar. Aslında içleri dışları birdir. Yok, hayır, içleri dışları bir falan değildir. Sadece sen içlerini çok kolay görürsün. Anlattığında da sana bunların böyle olmasının sebebinin senin kendini kandırıyor olman olduğunu söylerler. Çünkü onlar öyle görmüştür, öyle yaşamıştır. Tanıdıkları da hep öyle yaşar. O yüzden senin de öyle yaşaman gerekir. Öyle yaşıyorsundur zaten, kendini kandırmamalısındır. Hı-hı. Evet. Çok görmüş geçirmiş bilgili kültürlü insanlarımız, ne yazık ki aşkın ne demek olduğunu, hala öğrenemediler.
"Bir çiçek bile doldurabilir
Uçurumların derin oyuklarını
Oysa o bir çatlaktan fışkırıp
Bir yangın gibi büyüyendir
Belli ki duymaktadır kalbinde
Aşkın saklı yalnızlığını"

12 Ocak 2014

Okuyorsun. Aklında canlanan şeyler, gerçeğinin içinde kaybolmaya ne kadar müsait, bilmiyorsun. Benzer şeyler yaşadığınızı hissediyorsun sadece. Ne kadar benzer, bilemiyorsun.
Onun için üzülüyor musun? Hayır. Kıskançlık duyman bekleniyor. Fakat o da yok. Yalnızca kendine üzülüyorsun. Ve var olan bütün sebeplere. 
Biraz kızgınsın. Ama çok az. Küserim o zaman, diyorsun. O anda aklında başka bir intikam biçimi gelmiyor. İlhamın kaçmış. Ama küsmeye hakkının olmadığının da farkındasın.
Onun sevdiği kadın çocuklardan da masummuş. Belki kıskanabileceğin bir şey bu. Ben de bir kadın sevseydim, diyorsun, çocuklar gibi masum olsun isterdim. Ama öyle olmazdı, biliyorsun. Ben yine gider kendim gibi pisliğin birini bulurdum diyorsun.
Ona yardım etmek istiyorsun. Aslında yardım etmek falan değil istediğin. Yardım edebilecek güçte olmak ve onun bunu bilmesi. Bunu istiyorsun. Yardım etmek umurunda bile değil. İnsanların hüznüne karışmayı sevmiyorsun.
O şimdi romantik kaygılar taşıyordur, diyorsun. Ve onca sığ insanın arasında şair kimliğini koruyabilmesini de takdir ediyorsun. Oysa sen soğuktan nasıl korunulacağını yeni öğreniyorsun.
Sisli bir şehirden selam göndermek istiyorsun onun puslu şehrine. Belki güneşli bir kentte buluşuruz bir gün, diyorsun. Buluşursunuz da ne olur, hiç. "İyi işte bildiğin gibi." desin isteyeceksin, bilmediğini belirtebilmek için. Ama "iyi işte bildiğin gibi"nin onun tarzı olmadığını biliyorsun.
En azından işlediğiniz suçu cesurca yaşayabilseydiniz. Hiç olmazsa bir sır gibi saklasaydınız, belki daha farklı olurdu. Ama insanlar öğreniyor, şahit oluyor. Bir suçu bile kutsallaştıramıyorsunuz. 
O aslında bu kadar sık aklına gelmiyor. Gelirse de hemen çıkıyor, kolayca. Ama şimdi, o bilmese de, hüznünden ona da pay ayırıyorsun.
Merhaba.
Belki de defterle aramın düzeleceği gündeyim. 
Bazen geçmişin hiç önem vermediğiniz ayrıntıları kimsenin anlayamayacağı ve hissedemeyeceği kadar soyut ve nedensiz bir biçimde yoruyor insanı. 
Hislerini biraz olsun yoğun yaşadığı bir dönemdeyse insan, tüm masumiyetini, tüm çocukluğunu en saf biçimde yaşayabiliyor. 
Çocukluğun neşesini demiyorum, hüznünü.
Birazdan bahsedeceğiniz insan, kendisinden bahsedileceğini asla düşünmüyor. 
Bir insan tanıyorsunuz. Tanımak da pek doğru bir kelime olmuyor ya bazen, işte o insanlardan. Ve ona kendinizi aslında çok yanlış tanıtmış bulunuyorsunuz mesela. Sonra bir şekilde birbirinizin hayatında yer tutmamaya başlıyorsunuz. İşte o geçmişte kalan insanla, eğer bir şehre aynı bakabiliyorsanız, bu bile, acıtıyor. 
Oysa ondan utandığınız anlar nasıl da çok! Keşke hatırlamasa, hatırlamadığına da emin olsam dediğiniz anlar. Ama soramazsınız ki, sormanız tam bir ironi. İnsanların kendileri için öyle bir anı yaşamış olma varsayımında bile bulunmak istemeyeceği anlar. 
Yazım hiçbir zaman güzel olmadı.
Bir şeyleri değiştirmek istiyorsunuz. Şimdide ve geçmişte. Ama gelecekte değil. Çünkü umudunuz var gelecekten. Çünkü umut en son ölür. Sonra hatırlıyorsunuz, bütün bunların farkındaydınız, geçmişte de. Bir şey değişmiyor.
Şimdi de yanlış anlaşılma kaygısına düşüyorsunuz. Oysa hiçbir şeyin yanlış anlaşılmayacağı biçimde yazmak için ne kadar uğraştınız! Ama o anlamaz, görüntüye aldanır. Paranoyaların dünyasındaki koltuğuna oturur en alışıldık biçimde. Oysa düşündüklerinin hiçbirinin bu yazdıklarınızla alakası yoktur. Basit.
Yorar.
Kaygı da yorar insanı. Oysa her şeyi ne kadar sade, ne kadar doğal yaşamak istemiştiniz! Ama ondan başkaları pek bilmez ki sizin oynama huyunuzu. Bildiğini sanan bir iki insan da Oğuz Ataycılığınızın özentisi sanıp küçümser. Oysa bütün bir hayatı böyle yaşamış olmanın yorgunluğunu ancak yarıya inmiş göz kapaklarınız bilir. Kimse bilmez. İnsanlar küçümser. Anlamaz. En kendini bilmez duygulardan biridir oysa küçümseme. Ve insanlar sizin de hep, küçümsediğinizi sanırlar. 
Bir şehre diyorum, aynı bakabilmek. İnsan eğer Antalya'nın kırk derece sıcağını ve yüzde çok nemini de 'gerçekten' özlüyorsa, uzaklardaki işi -şimdilik- bitmiş demektir. Ama izin vermez hayat. Dönmeye.
Oysa zamanı kontrol edebilseniz neleri değiştireceksiniz geçmişten?
Mesela dershaneye hiç gitmeyeceksiniz. En yakınınızdaki güzel insanlara oynamayacaksınız. Belki bazı insanları o kadar ciddiye almayacaksınız. Ciddiye alındıklarını ve hayatınızda gerçekten büyük yer ettiklerini düşünen insanları gerçekten ciddiye alacaksınız. Seveceksiniz. O yağmurlarda da az yürüdünüz, daha da yürüyeceksiniz. Hiçbir yağmur kaçırılmayacak. Okulda her gün fotoğraf çekeceksiniz. Felsefe hocanıza daha çok kitap hediye edeceksiniz. Bazı olayları da büyütmemeyi bileceksiniz. Asla ders çalışmamıştınız, hayret, doğru bir şey yapmışsınız. Asla postaneye gitmeyeceksiniz. Anıları kaybetmeyeceksiniz. Her şey yerli yerinde duracak. Bazı yollara da girmeyeceksiniz. Üzersiniz. İnsanları hayatınızdan bu kadar kolay şutlamayacaksınız. Babil tostunun kıymetini bileceksiniz. Her gün beş tost yiyeceksiniz. Ve şimdi eksik olan hiçbir parçayı kaybetmeyeceksiniz. Şu yazının yazıldığı ana gelmemek için. 
Bilirsiniz, bunlardan asla haberi olmayan bir insan sizinle aynı hissediyor.

7 Ekim 2013

Televizyon Dünyasının Arka Planından Ufak Ve Ürkütücü Bir Kesit

    Bundan birkaç gün önce, bir arkadaşımla girmiş olduğum iddiadan ötürü, bir modellik ajansına başvurdum. Başvurum anında kabul aldı ve ajansa gidip bir görüşme yaptım. Görüşmenin sonunda oldukça hızlı bir biçimde bana adını vermek istemediğim bir dizinin önemli bir sahnesinin çekileceği söylendi ve oradaki figüranlardan biri olmak isteyip istemeyeceğim soruldu. Ajansla olan anlaşmamıza göre yapacağım ilk iki işten para almayacaktım bu yüzden o ilk iki işi hızlıca atlamak adına ben de sahnenin ne zaman nerede çekileceğini, çekimin saat kaçta biteceğini sordum ve aldığım cevaplar bana uygundu. O nedenle işi kabul ettim. 
    Bana söylenen şuydu: "Yarın saat 13:30'da servise binip çekim yerine gideceksiniz, 14:30 civarı çekim yerinde olursunuz. Çeşitli sebeplerle bir-iki saat bekletilirsiniz, çekim en geç 17:00'da başlar ve en geç 22:00'da biter." Dedikleri gibi, saat 13:30'da servise bindik, biraz gecikmeli olarak 15:00 gibi çekim alanına ulaştık, hava olağanüstü soğuktu ve bulunduğumuz yer öyle bir yerdi ki otostop çekmek istesek otostop çekecek araba bulamayacağız. Neyse dedik, çekim hemen başlasın ve bitsin. O beklememiz gereken bir-iki saat oldu dört-beş saat ve çekim 20:30 civarında başladı. 
    Bu sırada ekim ayının başında olmamıza rağmen kar yağmaya başladı ve kapalı alanda olmamıza rağmen hiçbir ısıtıcı yoktu, üstümüze mont giydiğimiz anda "Şimdi çekime gireceğiz lütfen üstünüzdekileri çıkarın." dendi ve o soğukta esas oyuncular elektrikli soba karşısında üstlerinde kat kat ceketlerle, polar örtülerle dururken nedense figüranların ve yardımcı oyuncuların montla durması sıkıntı yaratıyordu. Bu da yetmezmiş gibi, oturduğumuz yerden kalktığımız anda, birbirimizle konuştuğumuz anda, ya da küçük çocuklar biraz gürültü yaptıkları anda küfürlerle ve olağanüstü bağırışlarla uyarılıyorduk. Özellikle çocuklara insan muamelesi yapılmıyordu ve bunu yapan kişiler bizim çok sevdiğimiz, saydığımız sanatçılar, oyuncular, yönetmenlerdi. 
    Bütün bunlar yetmezmiş gibi iliğimize işlemiş olan soğuk hepimizde olağanüstü rahatsızlıklara yol açtı ve kimse bu durumdan şikayetçi olma hakkına bile sahip değildi. Çekim yapılırken de oyuncuların şımarıklıkları ve yavaşlıkları sebebiyle her saniye en az on kez çekildi ve bu bilinçsiz yapılan bir şey değildi. Repliklerini araya küfürler katarak söylüyorlardı örneğin, tekrar çekileceğini bilerek. Ya da birdenbire gülmeye başlıyorlardı ve olan bize oluyordu. 
    Ben orada öylesine bulunan biri olabilirdim, fakat diğerleri oraya para kazanmaya gelmişlerdi ve hiçbir şekilde seslerini çıkaramıyorlardı. Sonra saat 23:00 civarında bir söylenti dolaşmaya başladı, saat 05:00 olmadan çıkamayacağımıza dair. Önce inanmakta güçlük çeksek de ekipten birileriyle konuşmamızla durum onaylandı ve saat 06:00'a kadar çekim yaptık. Üstelik bütün gece çekilen, bizim var olduğumuz ya da olmadığımız sahnelerin toplamı dizide üç dakika bile etmiyordu! 
    Ayrıca hava o kadar soğuktu ki, dizlerimizden aşağısını hissetmemekle beraber, titremeden duramıyorduk ve kapalı alanda olmamıza rağmen konuştuğumuz zaman ağzımızdan buharlar çıkıyordu. Bizi orada o saate kadar alıkoydular ve kandırmaları burada da sona ermedi. 
    Saat 02:00-03:00 civarı herkese önceden hazırlandığı belli olan (çünkü bilgisayardan yazdırılmış ve kişilerin adlarının da yazılı olduğu belgelerdi bunlar) bir sözleşme imzalatılmaya başlandı. Ben imzalamadım çünkü yarın bu sahnenin devamı için aynı şartlar altında çalışmaya zorlanıyorduk ve onu imzalamak da bizim irademize sunulmuyordu. İmzalamak zorundaydık, hepsi bu. Ve kendilerini masum göstermek adına, dizi ekibinin bu durumu onlara daha önceden söylememiş olduğunu, bu yüzden kendilerinin de mağdur olduğunu, eğer bir bunu imzalamazsak dizi ekibinin onlarla bir daha iş yapmayacağını ve ajansa parasını vermeyeceğini, buradaki bütün insanların parasını kazanmasının bizim bir imzamıza baktığını, buna mecbur olduklarını, buna mecbur olduğumuzu söylüyorlardı. 
    Ve birçok kişi önce imzalamayacağını söylemiş olsa da, o kadar insan arasından ben dahil sadece dört kişi o sözleşmeyi imzalamadı. Ki imzalamayanlar arasında, ertesi gün çekime gelmeyi kabul eden fakat sözleşmenin başına bir iş açmasından korktuğu için imzalamayanlar da vardı. Ve bu durum benim oldukça canımı sıktı. O soğukta incecik giysilerle uyuyakalmış iki yaşında çocuklar da gördüm, çok iri olmasına rağmen kalıbından beklenmeyecek derecede tir tir titreyen adamlar da. 
    Oradaki hiçbir şey yasal değildi. Hiçbir şey.18 saat çalışmış olmamız yasal değildi. O kadar çocuğun gece vardiyası kapsamındaki saatlerde (20:00-06:00) çalışması yasal değildi. O kadar kadının gece dönemine denk düşen saatlerde yedi buçuk saatten fazla çalışması yasal değildi. On beş yaşın altındaki çocukların çalıştırılması ve onlara sözleşme imzalatılması yasal değildi. O kadar insanın kandırılması ve onlara zorla sözleşme imzalatılması ise hiçbir şekilde yasal kılınamazdı! 
    Bütün bunlara sessiz kalmak imkansızdı ve ben ertesi gün Antalya'ya gideceğim gerekçesiyle ajans ekibine bir sonraki çekime gelemeyeceğimi söyledim. Hiçbir şey imzalamamıştım ve bu konuda hiçbir zorlamaya maruz kalamazdım. Ve benim bunu söylememle ortalık karıştı. Onlara çözüm üretmelerini söylememe rağmen inatla benim üstüme yürüdüler. Bizi hiçbir şekilde bilgilendirmemelerinden ötürü suçluluk duyacaklarına, benim ajansa kaydolurken imzaladığım anlaşmadaki "Çekimi, çekim esnasında terk etmeyeceğim." maddesinden yola çıkarak ertesi gün gelme zorunluluğum olduğunu söylediler. Fakat o madde bu şekilde çarpıtılamazdı. Üstelik ben orada yalnızca bir figürandım ve benim sahnenin devamında olmadığımı izleyiciler bile fark etmeyecekti. Fark edilse bile hiçbir önemi yoktu. Oldukça kalabalık bir sahneydi ve kimse bu durumu sorgulamazdı. Açıkçası ben yönetmenin bile umursayacağını düşünmüyorum. 
    Neticede tartışma büyüdü ve ajans kendini haklı bulmuş olacak ki, bana "O zaman sizinle mahkemede görüşürüz." deme cesaretini gösterdi. Acaba hangi mahkemede görüşecektik? Acaba insan kaybedeceği bir davayı neden açardı? Orada çiğnenmiş olan yasaların ve yapılan zorlamaların her türlü kanıtı elimde mevcut. Üstelik ben hukuk okuyorum ve öğretmenlerimin her biri bu konuya oldukça hakim olan insanlar. Bu konuda oldukça büyük yardımlar alabilirim ve o mahkeme salonunda haklılığımı yüzde yüz kanıtlayabilirim. 
   Fakat ajans köşeye sıkışmış olacak, söyledikleri mahkeme celbi şu an elime geçmiş değil. Bahsettiğim olay iki gün önce gerçekleştiği için hala bir gelişme yaşanması mümkün, fakat ben durumu gerçekten unutamıyorum. 
    O gece çok çok hastalandım ve hala düzelemedim. Benimle birlikte gelen bir arkadaşım da aynı durumda. O küçücük çocukların halini düşünmek bile istemiyorum. Bu kadar insanlık dışı bir durumla karşılaşacağımı gerçekten düşünmemiştim. Ve kimsenin bu konuda bir şey yapmaması oldukça can sıkıcı. Şu an elimden gelen bu kadar. Bunu ancak burada yayınlayabilirim. Ancak okumaya sabredecek insanları (eğer bu konuda bilgileri yoksa) bilgilendirebilirim.
    Evet, bir sürü hukukçu yetiştiriliyor, bir sürü hukukçumuz mevcut. Bir sürü yönetmen, televizyoncu, oyuncu var durumdan haberdar olan. Ve bizler bu durumların çözümünü onlardan bekliyoruz fakat bu bir kişinin çözebileceği bir mesele değil. Ve bu ne ilk, ne de son. Bilmediğimiz yerlerde bilmediğimiz binlerce yaşantı var buna benzeyen. Binlerce sorun var haberdar bile olmadığımız. Üzerine ışık düştüğü için ölen insanlar var. Çünkü o insanlar 36 saat aynı ışığa maruz kaldılar ve hiç uyumadılar. Bu yazı ne bir bilinç uyandıracak, ne de okunacak. Olsun, en azından üzerime düşeni yapmış olduğumu bileyim. 
    Tüm duyarlı insanlara sevgiler.

28 Temmuz 2013

Yeti

Burayı bırakmak, diyorum burayı bırakmak hiç bu kadar alışıldık olmamıştı. Aslında hiç var olmamıştı. Her şeyi yaşamadan biliyorum. Yaşamaya gerek yok. İstanbul, diyorum. İstanbul hiç bu kadar yakın olmamıştı. Güneyden kuzeye akan bu yolculuk benim için, hiç bu kadar beklendik olmamıştı. Düşlerimi ve düşüncelerimi bir şeylerin kelepçeleyeceği günü bekleyerek geçen ömrümde bütün bunların kusursuz ilerlemesi hep imkansızdı. Fakat imkansızın gerçekleştiği şu günlerde imkansızı yaşamaya devam etmek benim için oldukça bunaltıcı. Formaliteler, diyorum. Hiç bu kadar can sıkmamıştı. Alacağın eğitim, ve gelecek güzel(!) günler. Taksim'de geçecek geceler, benim için hiç çekici olmamıştı. Ben ayaklarımızı denize uzatacağımız günü özledim. Bu cafeler, barlar ve saçma müzikler. Bira. Alkol. Alkol benim için hiç çekici olmamıştı. Hiçbir zaman olmayacağını bilmek güzel. İnsan, diyorum. İnsan ne yaşanacağını çok iyi biliyor bazen. Rüyalar. Rüyalar. Rüyalar da her şeyi anlatır bazen. Geleceği görme yetimin olduğunu söylesem. Bana inanır mısın?